Bilimin Torpille İmtihanı

Bilimin Torpille İmtihanı

Teknolojik gelişmeler artık sadece bilimsel ilerlemenin değil, doğrudan devlet gücünün ve bağımsızlığının da göstergesidir. Bir ülkenin savunması, ekonomisi, iletişim altyapısı, hatta gıda güvenliği bile teknolojiye bağlıdır. Bu çağda teknolojiye hâkim olmayan milletler, başka milletlerin teknoloji oyunlarında figüran olur.
Peki, bu teknolojiyi kim geliştirecek? Elbette ki akademiler. Üniversiteler. Bilimsel merkezler.
Oralarda kim çalışıyor? Öğretim üyeleri. Mühendisler. Araştırmacılar.
İşte burada temel soru karşımıza çıkıyor: Bu işi kim yapacak?
Cevap açık: İşi, ehli yapmalı.
Ancak bugün ülkemizde “ehliyet” kelimesi içi boşaltılmış bir kavrama dönüştü.
Bir akademik kadroya girmenin, bir projeyi yürütebilmenin, bilimsel bir alanda ilerlemenin ölçüsü ne yazık ki çoğu zaman parti üyeliği, siyasi referans, hatta il başkanı tavsiyesi haline gelmiş durumda.
Soruyorum: Ehliyet sahibi olmanın kriteri bir siyasi gruba sadakat midir?
Üniversiteler, gençlerimize bilim öğretmekle mükelleftir. Bilimin ise doğasında bağımsızlık, sorgulama ve üretme vardır. Bu alanlarda liyakate değil de aidiyete dayalı bir kadro düzeni oluşturulursa, sonuç sadece bireysel adaletsizlik değil, toplumsal iflas olur.
Üniversite, sadece diploma veren bir yapı değil; geleceğin doktorunu, mühendisini, sanatçısını, tarihçisini, hukukçusunu ve düşünürünü yoğuran bir akıl ve karakter ocağıdır. Eğitimin içini boşaltmanın, bilgiyi aşağı çekmenin, sorgulamayı bastırmanın;
Dinle, ahlakla, etikle, hele hele vatan sevgisiyle izahı mümkün değildir.
Bu bir samimiyet testidir. Herkesin kendi vicdanına sorması gereken bir sorudur.
Bugün elimizde büyük bir cevher var: Üstün zekâlı çocuklarımız.
Binlerce, belki yüz binlerce gencimiz; akıl, hayal gücü ve üretme kabiliyetiyle donatılmış durumda. Ancak bu çocuklar ya sistem içinde tanınmıyor ya da tanındıktan sonra doğru yönlendirilmiyor.
BİLSEM gibi bazı yapılar var ama bu yapılar çocukları üniversite sonrası takip etmiyor.
Potansiyelin büyük kısmı âtıl bırakılıyor.
Oysa bakın dünyaya:
Singapur’da devlet, üstün yetenekli çocukları “akıllı devlet projelerine” entegre ediyor.
Güney Kore, bu çocukları teknoloji şirketleriyle eşleştiriyor.
İsrail, üstün zekâlı gençleri stratejik savunma alanlarına yönlendiriyor.
ABD’de Johns Hopkins Üniversitesi SET programı bu gençleri daha ortaokulda tanıyor ve bilim dünyasına kazandırıyor.
Bizde ise üstün zekâ, bir süre alkışlanıyor, sonra sistemin sıradanlığında kayboluyor. Tarihte de benzerlerini gördük. Osmanlı’da beşik uleması uygulamasıyla liyakat yerine soy esas alınmış, medreseler zamanla nitelik kaybetmişti. Bugün benzeri bir gidişat, akademinin ruhunu zedeliyor.
Şunu unutmayalım: En büyük sermayemiz sadece yeraltında değil, insanımızda gizlidir.
Madenler bir gün tükenir. Petroller, doğalgazlar bitebilir. Ama akıl tükenmez.
Eğer biz bu ülkenin en zeki, en üretken, en yaratıcı evlatlarına fırsat tanımazsak;
Eğer biz üniversiteleri ehil ellerden alıp aidiyet merkezlerine dönüştürürsek;
O zaman sadece gençleri değil, geleceğimizi de kaybederiz.
İşi ehline vermek, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda ahlaki bir duruştur.
Bilimin karşısına siyasi torpili koyan bir toplum, kendi ayağına pranga vurur.
Ve tarih boyunca şunu hep gördük: Ehliyetsizlik, çöküşün ilk basamağıdır.
Akademik kadro atamalarında şeffaflık ve liyakat ilkesi anayasal güvenceye alınmalı.
Üstün zekalı bireyler için üniversite sonrası takip sistemleri kurulmalı.
Üniversiteler siyasi değil, bilimsel özerklik temelinde yapılandırılmalı.

Bu milletin evlatları akıllıdır. Üretkendir. Cesurdur.
Yeter ki onların önünü açalım. Gelecek, onların aklında ve ellerinde şekillenecek.