Erdoğan–Trump Görüşmesi: The Apprentice Diplomasisi Sahada

Erdoğan–Trump Görüşmesi: The Apprentice Diplomasisi Sahada

Sinemanın bazen siyasetten daha fazla hakikati anlattığı olur. 2024 yapımı The Apprentice, yalnızca Donald Trump’ın gençliğini değil, çağımızın güç mantığını anlatıyor. Gerçek olaylardan yola çıkan film, Trump’ın iş dünyasındaki yükselişini, mentoru ve avukatı Roy Cohn’un şekillendirdiği üç temel kurala indirger:

Saldır, saldır, saldır. Hiçbir şeyi kabul etme, her şeyi inkâr et. Ne olursa olsun zaferini ilan et, asla yenilgiyi kabul etme.

Bu üç cümle, yalnızca bir karakterin yükselişini değil, 21. yüzyılın diplomatik davranış biçimini özetliyor. Cohn’un kişisel iktidar stratejisi, artık uluslararası siyasetin gayri resmî anayasası hâline gelmiş durumda.

Filmdeki “saldır” öğretisi, kaba kuvvet değil; bilgiye, zayıf noktaları tespit etmeye ve oradan nüfuz kurmaya dayanır. Saldırının biçimi artık yumrukla değil, dosyayla; top sesleriyle değil, bilgiyle yapılır.
Bu anlayış, günümüz diplomasisinin yeni dili hâline gelmiştir:
Devletler artık tankla değil, açıklarla saldırıyor.

Şimdi bu sahne gerçek diplomasiye taşındı.

Bu stratejik zihniyet, geçtiğimiz haftalarda Erdoğan–Trump görüşmesinde açık biçimde sahnelendi.
Masada sadece dış politika başlıkları değil, güç ve meşruiyet algısı da vardı.
The Apprentice’in kurallarına göre diplomatik bir görüşme oldu.

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack, Trump’ın Erdoğan’a yaklaşımını anlatırken şu cümleyi kurdu: “Onlara en çok ihtiyaç duydukları şeyi, yani meşruiyeti verelim.” Ardından ekledi “Erdoğan 71 yaşında, bir demokrasi ama biraz otoriter. Başkan Trump, ‘çözüm ona meşruiyet vermektir’ dedi. Bu görüşme, dramatik bir değişim başlatacak.” Bugün geldiğimiz noktada, Erdoğan diplomasisi, meşruiyetini içeriden değil, dış destekten üretmeye çalışan bir çizgiye oturmuş durumda. Bu hem milli egemenlik fikrine hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş reflekslerine aykırıdır.

Bu açıklamaların ardından Trump’ın kullandığı dil, Barrack’ın sözlerini teyit eder nitelikteydi; meşruiyet konusunu diplomatik bir mizah perdesiyle yeniden gündeme taşıdı.

Görüşmenin en dikkat çeken anı ise Trump’ın kameralara dönüp Erdoğan’a bakarak söylediği şu cümleydi: Hileli seçimleri herkesten iyi bilir. Ve Trump bunu dile getirirken, Erdoğan’ın yanında gülümsemesi, aslında meşruiyet krizinin dışa vurumudur.
Yüzeyde bu bir espridir; ama diplomatik düzlemde ince bir taarruzdur.
Trump, “saldır, saldır, saldır” kuralını mizah perdesi altında uyguladı.
Hem kendi 2020 seçim yenilgisini ima etti, hem de Erdoğan’ın seçim tartışmalarına ironik bir dokunuş yaptı.

Masadaki meşruiyet pazarlığı sadece politik değil, teknolojik bir bağımlılığın da aynasıydı. Hakan Fidan’ın KAAN motorlarıyla ilgili sözleri bu bağımlılığın itirafı gibiydi. Türkiye, yıllardır “yerli ve millî savunma sanayii” söylemiyle iç kamuoyuna güven aşılamaya çalıştı. Ancak Hakan Fidan’ın “Lisansların hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN’ların üretimi başlayabilsin.” açıklamasıyla, o söylemin altı kendi eliyle boşaltıldı.

Bu çerçevede Türkiye, kendi iradesini değil, ABD’nin belirlediği oyun alanını kullanabilen bir aktöre dönüşüyor.

Erdoğan yönetimi, bu alanı kabul ettikçe, “bağımsız dış politika” iddiası retorikten öteye geçemiyor.

Ancak ortada ne yazılı bir anlaşma ne somut bir ilerleme var. Bu durum, Erdoğan diplomasisinin temel karakterine işaret ediyor: Sonuç değil, görüntü üretmek.

Erdoğan’ın dış politika çizgisi son yıllarda sert zikzaklar çiziyor. Bu kadar yön değiştiren bir dış politika ne diplomatik esneklik ne de taktik başarıdır; bu bir stratejik belirsizliktir.