Lozan Antlaşmasını Korumak, Vatanı Korumaktır

Lozan Antlaşmasını Korumak, Vatanı Korumaktır
Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınan siyasi ve hukuki sınırlarını tescil eden, tarihî önemi son derece büyük bir belgedir. Bu bağlamda, Millî Mücadele sürecinde ilan edilen Misak-ı Millî hedeflerinin büyük oranda gerçekleşmesini sağlayan bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir. Buna rağmen, zaman zaman Lozan Antlaşması’na yönelik eleştiriler gündeme getirilmekte; kimi çevreler bu tarihsel belgeyi küçümseyici söylemlerle kamuoyunda tartışmaya açmaktadır. Bu tür yaklaşımlar, genellikle Antlaşma'nın sadece "eksik kalan" yönlerine odaklanmakta ve tarihi bağlamdan kopuk değerlendirmelere dayanmaktadır.
Lozan Biterse Ne Başlar?
Oysa Lozan, yalnızca bir antlaşma metni olmanın ötesinde, Türkiye’nin bağımsızlık iradesinin ve egemenlik hakkının uluslararası düzlemde kabul gördüğü temel belgedir. Bu yönüyle Lozan, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması’nın yerine geçmiştir. Bilindiği üzere, Sevr; işgalci devletlerce hazırlanmış, Osmanlı Devleti’ni yok sayan, ülkeyi fiilen parçalayarak İngiltere, Fransa, İtalya ve diğer İtilaf Devletlerinin kontrolüne bırakan bir teslim antlaşması niteliği taşımaktaydı. Prof. Dr. Haydar Baş’ın ifadesiyle, Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapu senedi niteliğindedir. Bu tanım hem tarihsel gerçekliğe hem de milletimizin bu antlaşmaya atfettiği değere işaret eden yerinde ve güçlü bir tespittir.
Lozan Antlaşması Olmasaydı İstanbul Bizim Olmayacaktı
Lozan Antlaşması olmasaydı, bugün ne İstanbul bizim olurdu ne de Türkiye tam anlamıyla bağımsız bir devlet konumuna erişebilirdi. Kapitülasyonlar kaldığı yerden hatta artarak devam edecek, milletin egemenliği kâğıt üzerinde kalacaktı. İşte bu yüzden Lozan’ı değerlendirirken onu bugünün şartlarıyla değil, kendi tarihsel bağlamı içerisinde anlamak gerekir. Anakronizme düşmeden, yani geçmişi bugünün ölçüleriyle yargılamadan konuşmak elzemdir. Lozan Antlaşması adeta “ölünün dirilmesi” gibi bir anlam taşır. Yani Lozan, siyasi ve coğrafi olarak yok sayılan bir milletin yeniden ayağa kalkışıdır. Çünkü Osmanlı’nın son döneminde teslim alınmış bir devlet görüntüsü çizen yapıdan, Lozan sayesinde bağımsızlık iradesiyle ayağa kalkan bir devlet yapısına geçilmiştir.
Elbette Misak-ı Millî açısından hedeflenen tüm maddelerin Lozan’da elde edilemediği doğrudur. Ancak bu eksiklik, Atatürk’ün Lozan sonrası yürüttüğü akılcı diplomasi ve stratejik siyasetle büyük ölçüde giderilmiştir. Nitekim Hatay’ın ana vatana katılması gibi kazanımlar, Lozan sonrasında elde edilmiştir. Atatürk’ün çizdiği bu siyaset hattı, sadece mevcut durumu korumakla kalmamış, ilerlemeyi esas almıştır. Ne var ki, Atatürk’ten sonraki yıllarda Lozan’ın mirası geliştirileceğine, tam tersine geri adımlar atılmıştır. Lozan’ı daha ileriye taşımak bir yana, antlaşma ile kazanılmış hakların bile tehlikeye atıldığı dönemler yaşanmış ve yaşanmaktadır. Bu noktada birkaç çarpıcı örnek vermek yerinde olacaktır.
Atatürk’ün Lozan Sonrası Mücadelesi
Bunlardan ilki, 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesidir. Bu sözleşmeyle Türkiye, Boğazlar üzerindeki egemenliğini yeniden tesis etmiş; askerî denetim ve geçiş haklarını kontrol altına almıştır. Lozan'da uluslararası komisyona bırakılan Boğazlar, Montrö ile tam anlamıyla Türkiye’ye kazandırılmıştır.
Bir diğer önemli gelişme ise 29 Haziran 1939’da Hatay’ın Anavatana katılmasıdır. Hatay halkının oylarıyla Türkiye’ye bağlanması, Misak-ı Millî’nin gerçekleştirilmesinde önemli bir adım olmuştur. Bu gelişme, Atatürk'ün sağlığında başlatılan kararlı diplomatik sürecin, İsmet İnönü döneminde başarıyla tamamlandığını göstermektedir.
Musul’a gelince; Atatürk’ün büyük direncine rağmen ülkenin sosyolojik dengeleriyle oynanmış, dini istismar eden isyanlar desteklenmiş, hatta Atatürk’ün en yakın silah arkadaşları bile onun yanında durmamıştır. Sonuç olarak, Musul elimizden çıkmıştır.
Lozan’ın Kazandırdığı Haklar Aşınırken...
Lozan Antlaşması ile elde edilen kazanımlar ne yazık ki zamanla aşındırılmaya başlanmış, diplomatik ve askerî alandaki birçok avantaj ya kaybedilmiş ya da zayıflatılmıştır. Bu durum, sadece dış baskılardan değil, iç politik tercihlerden ve ihmallerden de kaynaklanmaktadır.
İlk örnek, ne acıdır ki, o günden beri Türkiye’ye karşı bu stratejiler yürütülmektedir.
Batı Trakya Türklerinin uğradığı hak ihlalleri Lozan’da güvence altına alınan azınlık haklarının fiilen uygulanmadığını ortaya koymaktadır. Eğitimden dini yaşama, mülkiyetten siyasal temsile kadar birçok alanda hak kaybı yaşanmış; bu durum tüm iktidarların ortak ihmaliyle bugüne kadar sürmüştür.
Ege adalarının silahlandırılması, Lozan’da açıkça yasaklanmışken, özellikle 1950’lerden itibaren bu yasak Yunanistan tarafından sistematik şekilde ihlal edilmiştir. DP, AP ve ANAP dönemlerinde bu ihlallere karşı yeterli diplomatik ve askerî duruş sergilenmemiştir. Günümüzde dahi bu durum çözüme kavuşturulabilmiş değildir.
Patrikhane’nin siyasal iddiaları da Lozan’a aykırı biçimde genişlemiştir. Lozan, Patrikhane’yi yalnızca dini bir kurum olarak tanımlamışken, son yıllarda hem yerel hem uluslararası platformlarda siyasi bir aktör gibi hareket etmesi tüm hükümetlerin dikkatinden kaçmamalıydı. Ancak gereken tepki çoğu zaman verilmemiştir.
1970’lerden itibaren artan etnik talepler, Türkiye’nin üniter devlet yapısını doğrudan hedef almıştır. Lozan’ın çizdiği vatandaşlık tanımı ve millî birlik ilkesi, etnik bağlamda zedelenmeye çalışılmıştır. Bu durum, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan anayasal düzeni tehdit etmektedir.
Lozan Antlaşmasını Tartışmak Değil, Tamamlamak Gerekir
Tarihî sorumluluğumuz, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve millî birliğini tehdit eden gelişmelere karşı stratejik ve akılcı bir duruş sergilemektir. Bu çerçevede yapılması gereken, Lozan Antlaşması’nı tartışmaya açmak değil; Misak-ı Millî perspektifiyle, Lozan’da elde edilemeyen hakları yeniden kazanmayı hedefleyen kararlı bir siyasal ve diplomatik irade ortaya koymaktır. Lozan’ı değersizleştirmek, doğrudan ya da dolaylı biçimde Sevr zihniyetine kapı aralamak anlamına gelir. Çünkü unutulmamalıdır ki, Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın geçersiz kılınmasıyla vücut bulmuş bir millî direnişin hukukî ve diplomatik zaferidir. Bugün Lozan’ı hedef tahtasına koyanlar, bilerek ya da bilmeyerek Sevr’e zemin hazırlamaktadırlar.
O hâlde bize düşen görev, Lozan Antlaşması’nı sahiplenmekle birlikte, onu tamamlayacak adımları atmaktır. Çünkü Lozan bir başlangıçtır, bitiş değil. Atatürk’ün açtığı bu yolda ilerlemek, yalnızca tarihimize değil, geleceğimize de sahip çıkmaktır.
Kaynaklar:
TBMM Zabıt Ceridesi, Lozan ve Montrö oturumları.
Atatürk, M. K. (1927). Nutuk.
Baş, H. (2003). Hoş Geldin Atatürk, İcmal Yayınları.
Selek, S. (1987). Lozan: Bir Zaferin Hikâyesi.
Dışişleri Bakanlığı Arşiv Belgeleri.
İşlemlerimiz

