Ne Batı’nın Taşeronu Ne Doğu’nun Aparatı: Cumhuriyet’in Yol Haritası

Ne Batı’nın Taşeronu Ne Doğu’nun Aparatı: Cumhuriyet’in Yol Haritası

Cumhuriyet’in 102. yılını kutlarken, dünyanın kalbi yine savaş coğrafyasında, Ortadoğu’da atıyor. Gazze bombalanıyor, çocuklar ölüyor, şehirler yıkılıyor. İsrail Savunma Bakanı Katz’ın “Gazze’de yıkıma devam edin” emri, sadece Filistin’i değil, uluslararası hukuku da yerle bir ediyor. Böylesi bir tabloda Türkiye’nin sesi duyuluyor ama etkisi hissedilmiyor; çünkü ses var ama strateji yok.

Cumhuriyet’in ilkeleri, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün ötesinde bir diplomasi ahlâkı ortaya koymuştu: Adalet, denge ve bağımsızlık. Bu miras, Atatürk döneminde hem Musul meselesinde hem Hatay davasında, hem de Balkan Antantı ve Sadabad Paktı’nda somutlaştı. Yani Türkiye, mazlum coğrafyalara silah ve tehdit değil, denge ve güven götüren bir ülkeydi. Bugün ise dünya, silahlanma yarışının yeniden salgına dönüştüğü bir dönemi yaşıyor. Savaş, artık sadece cephelerde değil; ekonomide, diplomaside, medyada ve hatta toplumların psikolojisinde bile bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor. Devletler “güvenlik” adı altında birbirine silah doğrultuyor, barış giderek bir ideal değil, lüks bir beklenti hâline geliyor.

Cumhuriyet’in kurucu dış politikası, bu kısır döngüyü kırmak üzerine kurulmuştu.
Atatürk, barışın ancak caydırıcı bir güçle korunabileceğini biliyordu.
Bu yüzden Türkiye, kimsenin savaşına ortak olmayan ama gerektiğinde kendi vatanını savunacak kudrette bir duruş sergiledi. Cumhuriyet’in bu dengeli yaklaşımı, savaşın değil barışın güvenliğini tesis etmeyi amaçlıyordu.

Türkiye’nin görevi, savaşın yayılmasını seyretmek değil; adalet temelli, onurlu bir barışın öncülüğünü yapmak olmalıdır.

Ortadoğu’da savaş sürerken Türkiye, kendi sınırlarında da tehlikeli bir denklemin içinde.
PKK’nın “Türkiye’den güçlerimizi çekiyoruz” açıklaması, bir teslimiyet değil, yeni bir stratejik hamledir. Bu ifade, terör örgütünün “demokratik entegrasyon” adı altında siyasallaşma planının işaretidir. Aynı şekilde, KCK’nın “demokratik konfederasyon” söylemi de, etnik temelli özerklik ve nihayetinde parçalı bir devlet yapısı hedefini taşımaktadır.
Bu iki kavram - entegrasyon ve konfederasyon - gerçekte silah bırakmak değil, üniter yapıyı dönüştürme stratejisidir.

Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ise tam tersine, etnik kimlikleri üst kimlikte birleştiren vatandaşlık bilinci üzerine kuruludur.1924 Anayasası’nın 88. maddesi bu anlayışı açık biçimde ifade eder: "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur." (Günümüz Türkçesi: Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir.) Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ırkçı veya etnik temelli değil; vatandaşlık esasına dayanan bir hukuk devletidir. Cumhuriyet’in en büyük başarısı, bu topraklarda bir millet kimliği inşa etmek olmuştur. Bugün PKK ve KCK’nın hedeflediği “etnik tabanlı yapılanma”, bu millet birliğine yönelmiş bir tehdittir. “Demokratik entegrasyon” adıyla Türkiye’ye sunulan projeler, aslında sınırları yumuşatılmış bir etnik federalizm modelini taşımaktadır. Oysa Cumhuriyet, kimseyi ötekileştirmeden, herkesin aynı vatanda onurlu yurttaş olarak yaşamasını hedeflemiştir.

Atatürk’ün diplomasi anlayışı, emperyalizmin çıkar hesaplarına karşı bağımsız bir duruştu.
Bugün Türkiye’nin dış ve iç politikada yeniden o çizgiye dönmesi gerekiyor: Ne Batı’nın taşeronu ne Doğu’nun aparatı, sadece Türk milletinin onurunu temsil eden bir devlet. Cumhuriyet’in 102. yılında Türkiye hâlâ Lozan’da kazanılan itibarı koruyorsa, bu Atatürk’ün “onurlu barış” mirası sayesindedir. Ama aynı miras, yalnız hatırlanmakla değil, uygulanmakla yaşar.

Cumhuriyet’in 102. yılı, sadece bir kutlama değil, dış politikada da yeniden silkinişin çağrısıdır.